3MIbpcK. Olay örgüsü Belli bir konu çevresinde var olan birden fazla olayın, sebep-sonuç ilişkisine bağlı bir biçimde oluşturdukları organik bütündür. Olay örgüsünü "eserde nakledilen hadise veya hadiseler zinciri" veya "bir oyunun, hikayenin yahut romanın içinde olan biten her şey" biçiminde de tanımlamak mümkündür. Olay örgüsü, birbiriyle hiç ilgisi olmayan olayların rast gele veya peş peşe sıralanması değil, birden fazla olayın sebep-sonuç içinde organik bir bütün oluşturmasıdır. 'Kral öldü, kraliçe de öldü.' dersek hikaye olur. 'Kral öldü, arkasından kraliçe de öldü.' dersek olay örgüsü olur.Neden sonuç ilgisi var. Bir başka ifadeyle, olay örgüsü, insanın insanla, insanın toplumla, insanın tabiatla, insanın kendisiyle olan mücadelesinden tiyatro ve hikayenin olay örgüsü, çok büyük ölçüde böyle bir çalışmadan doğar. Mücadele veya çatışma , zıt güçler işçi-patron, fakir-zengin, köylü-ağa vb. veya zıt kutuplar iyilik-kötülük, güzellik-çirkinlik, doğruluk-yanlışlık arasında yaşanır. Zıt güç veya kutuplar, çoğunlukla somut varlıklarla insan, tabiat, hayvan temsil edilmekle birlikte, zaman zaman soyut kavramlarla gelenek, töre, iyilik da temsil edilebilirler. Roman ve hikayedeki olaylar da -zaman zaman- kronolojik olabilir. Ancak anlatıcının tercih ve imkanları, bu kronolojiyi çoğu zaman bozabilir. Yani anlatıcı hikayeyi, baştan sona, sondan başa, ortadan sona, ortadan başa, sonra sona doğru anlatabilir. a Tek Zincirli Olay Örgüsü Çok büyük ölçüde tek bir merkezi kişiye bağlı olarak başlayıp gelişen; bu sebeple de dallanıp budaklanmayan olay örgüsü tarzıdır. Romanını, güçlü bir baş kahraman üzerine kurmayı, okuyucunun dikkatini bütünüyle onun üzerinde toplamayı arzulayan yazar, türün temel değeri durumundaki olay örgüsünü de bu kahramana bağlar. Daha çok sergüzeşt/macera türü romanlarda görülen tek zincirli olay örgüsü, okuyucunun olayları daha kolay takip etmesine imkan verir. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu Peyami Safa;tamamıyla Feride'nin hayatını eksen alan Çalıkuşu Reşat Nuri Güntekin; Ahmet Celal'in Orta Anadolu köylerinden birinde yaşadığı hayatı çevresinde şekillenen Yaban Yakur Kadri Karaosmanoğlu romanları, tek zincirli olay örgüsüne örnektir. b Çok Zincirli Olay Örgüsü Bu tarz olay örgüsü, kendi içinde birden fazla zincirden meydana doğru bir ifadeyle, asıl vak'a zinciri, kendi içinde birden çok dala ayrılır. Anlatıcı, önce dallardan birini, sonra onu bırakarak bir başkasını, daha sonra da onu da bırakarak bir başkasını veya ilkini anlatabilir. Çok zincirli olay örgüsü, masal, halk hikayesi ve romanlarda daha çok görülür. c Helezonik Olay Örgüsü Birden çok vak'a zincirinin iç içe geçmesi söz konusudur. Bir anlamda hikaye içinde hikaye, oyun içinde oyun vardır. Binbir Gece Masalları'nda, Oğuz Atay'ın Bir Bilim Adamının Romanı'nda ve Sabahattin Ali'nin Hasan Boğuldu hikayesinde görebiliriz. Tiyatro türü eserlerin bel kemiğini de olay örgüsü oluşturur. Tiyatro ile hikaye ve romanın olay örgüleri arasındaki en büyük farklılık, birinin sahneleme/gösterme, diğerinin anlatma esasına bağlı olması ve bu esasa göre şekillenmesidir. Tiyatro eserinde olaylar hiçbir zaman anlatılmaz. Çünkü anlatıcı yoktur. Üstelik türün aslı niteliği anlatmak değil, sahnelemektir. Tiyatro türü eserlerin olay örgüsü, edebi metin seviyesinde bir hayli siliktir. Söz konusu türün olay örgüsü asıl somut haline, ancak sahnede kavuşur. Tiyatronun olay örgüsü, hayatın doğallığına çok daha yakın olmak durumundadır. Çünkü sahneleme zorunluluğu vardır. Ayrıca tiyatronun olay örgüsü, hikaye ve romana göre, çok daha dar bir mekan ve zaman içinde cereyan eder. 2 ŞAHIS KADROSU Bazı güçlü yazarlar, eserlerinde öylesine mükemmel kahramanlar yaratır; konu ve temayı onunla öylesine özleştirirler ki, akıllarda eserin olay örgüsü, konusu, mekanı, zamanı değil, sadece kahramanı kalır. Don Kişot, Sefiller, Goriot Baba, Mademe Bovary, Suç ve Ceza, Mai ve Siyah, Çalıkuşu, Sinekli Bakkal, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Huzur romanlarını unutulmaz kılan sebeplerin başında, güçlü kahramanları gelmez mi? Pek çok roman ve hikayenin adını doğrudan doğruya kahramanından almasının Felatun Beyle Rakım Efendi, Dürdane Hanım, Zehra, Çalıkuşu, Handan, Nur Baba, Kuyucaklı Yusuf, İnce Memet vb. sebebini bu noktada aramak gerekir. Her türlü konu ve temanın varlık sebebi insandır. Şahıs kadrosu hikaye, roman ve tiyatroda anlatılan/ sahnelenen olayları var eden ve yaşayan insan ve insan hüviyetine büründürülmüş varlıklardır. Ancak insanın dışındaki somut veya soyut, canlı veya cansız varlık hayvan, cin, peri, ejder, ağaç, dağ, ev, vb. veya sembol ve kavramların da şahıs kadrosu içinde yer almaları mümkündür. Kahramanların iki gruba ayrıldığını söylemek gerekir. Bunlardan ilki, düz/yalınkat kahramanlar'dır. Bu kahramanlar, son derece belirgin nitelikleri ile okuyucu karşısına çıkar ve olay örgüsü boyunca herhangi bir değişime uğramazlar. Ne yaparlarsa yapsınlar, hangi ortamda bulunurlarsa bulunsunlar, her zaman ve her yerde tek bir fikrin veya vasfın sembolüdürler. Felatun Beyle Rakım Efendi'nin her iki kahramanı kendine has bireysel nitelikleri ile değil, herhangi bir sınıfın, grubun veya meslek mensuplarının ortak değer ve niteliklerini şahsında taşıyıp yaşayan tipi, öğrenci tipi, memur tipi, alafranga tipi gibi. İkincisi ise, yuvarlak kahramanlar'dır. Yuvarlak kahramanlar, olay örgüsü boyunca yaşanan gelişmelere göre sürekli değişir; zihnen ve ruhen büyürler. Bu sebeple onların ne zaman ne yapacağı pek belli olmaz. Düz karakterlere göre insan gerçeğine çok daha yakındırlar. Mesela; İntibah 'ın Ali Bey'i , Çalıkuşu'nun Feride'si, Sinekli Bakkal'ın Rabia'sı, birer yuvarlak kahramandır. Çünkü adı geçen kahramanlar, romanın başı ile sonunda aynı değer ve niteliklere sahip değildirler. Yuvarlak kahramanlar da "karakter" i çağrıştırırlar. Karakter; başkalarına benzemekten çok, başkalarından farklılıkları ve sadece kendine has değer ve nitelikleriyle belirginleşen kahramandır. Asıl kahraman, hikaye, roman ve tiyatrodaki olay örgüsünün başlayıp gelişmesi, şu veya bu istikamette şekillenmesindeki en önemli ve birinci derecede rol oynayan kahramandır. Diğer kahramanlar, hep onun etrafında yer alır ve onunla olan ilişkileri ölçüsünde değer kazanırlar. Ayrıca asıl kahraman, eserde ele alınıp işlenen tema ve konunun gerçekleştirilmesi veya vurgulanmasında asıl yükümlü durumundadır. Bunun için ona tematik güç de denilir. Asıl kahramanın karşısında çoğunlukla bir hasım/karşı güç örgüsünün teşekkülünde ihtiyaç duyulan çatışmanın hayat bulabilmesi için böyle bir kahramana ihtiyaç vardır. Genelde okuyucu tarafından pek sevilmeyen bu kahraman, hemen her fırsatta asıl kahramanın karşısına çıkarak onun hedefine ulaşmasını engellemeye çalışır ve onunla çatışmaya girer. İntibah'ta Mehpeyker, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'nda hastalık ve Dr. Ragıp, Osmancık'ta tekfurlar, karşı/hasım güçlerdir. İnsan dışı varlıklar tabiat, hastalık veya değerler de gelenek, töre, fakirlik zaman zaman karşı güç işlevini üstlenebilirler. Şu veya bu seviye ve istikamette yardım eden yardımcı kahraman veya kahramanlar da vardır. Hikaye ve romanda anlatıcıya mahkum olan kahramanlar, tiyatroda bütünüyle hürdürler. Başta konuşmaları olmak üzere, tavırları, davranışları, jest ve mimikleri ile kendilerini bizzat kendileri yaratırlar. "tasvir" ve "tahlil"leri, tiyatroda söz konusu değildir. Bazı eserlerde görülen parantez içi çok kabaca dış görünümlerini ve yine parantez içi bazı jest ve mimiklerini vermekle yükümlü ibareler, asıl merinden sayılmaz. Bazılarında -kişiler arası karışıklığı önlemek düşüncesiyle - çok kısa tanıtmalar yapılır. Bazı eserlerde ise, "kostüm"de gerçekçilik endişesiyle biraz daha geniş tanımlara yer verilir. 3 ZAMAN Roman ve hikayede iki farklı zaman söz konusudur. Bunlar; "vak'a zamanı" ve "anlatma zamanı"dır. Tiyatroda sadece anlatma zamanı söz konusudur. a Vak'a Olay Zamanı Roman, tiyatro ve hikayede, olayların başlama noktası ile bitiş noktası arasında geçen zamana vak'a zamanı denir. Masallardaki vak'a zamanı bütünüyle "gerçek" dışı ve muhayyeldir. Destan, menkıbe, efsane, halk hikayesi ve romanlarda ise, bu gerçek dışılık ve muhayyelik -derece derece azalmakla birlikte- varlığını sürdürür. Halbuki modern hikaye ve roman, vak'a zamanı hususunda çok daha gerçeğe yakındır. Vak'a zamanı, her zaman kronolojik değildir. Duruma göre kronoloji kırılarak halden geçmişe dönülebilir geri dönüş tekniği veya halden geleceğe sıçranabilir. Ayrıca zamanın akışında atlamalar, özetlemeler veya genişletmeler yapılabilir. Özellikler kahramanların hayatında fazla önem taşımayan zaman dilimleri, ya atlanır yada kısaca özetlenir. Klasik romanlarda daha çok düz bir çizgi halinde dün-bugün-yarın akıp giden ve büyük bir dilimi beş-on yıl, bir ömür, nesiller kapsayan vak'a zamanı, modern romanda daha karmaşık, daha kompleks ve daha kısadır. Kısa bir "hal" üzerine oturulan romanın olay örgüsü, hatırlama ve bilince dayanılarak sık sık geri dönüşlerle genişletilebilir. Vak'a zamanını kimi zaman çok açık biçimde belirtirken, kimi zaman da birtakım ipuçları yoluyla sezdirilir. b Anlatma Zamanı Tiyatro hariç Anlatma zamanı; roman ve hikayedeki olayları, anlatıcı tarafından görülüp, öğrenilip, yaşanıp, idrak edildikten sonra, kendi tercih ve imkanlarına göre okuyucuya nakledildiği zamandır. Vak'a zamanı olayların oluş zamanı; anlatma zamanı ise, bu olayların anlatılış zamanıdır. Anlatma zamanı, tamamiyle anlatıcıya bağlıdır ve onun anlatma eylemi ile alakalıdır. Vak'a zamanı, eserdeki kahramanlara bağlıdır ve olay örgüsü ile tek bir zaman üzerine kurulur. Çünkü tiyatroda "anlatma zamanı" söz konu değildir. 4 MEKAN Eserde yaşanan olayların sahnesidir. Mekanın ayrıntılı bir tasviri tiyatro hariç bize, o mekanda yaşayan insanın karakteri, sosyal ve kültürel kimliği ile ilgili pek çok ipuçları verir. Ayaşlı ile Kiracıları Memduh Şevket Esendal, Kiralık Konak Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Anayurt Oteli Yusuf Atılgan, İbrahim Efendi Konağı Samiha Ayverdi isimli romanlarda mekan, sadece olayların sahnesi değil, romanın konusu, şahıs kadrosu, vak'a zamanının anlatımı hususunsa ciddi bir simgedir. Edebi metin seviyesindeki tiyatro eserinde mekan, sadece rejisöre yardımcı olmak düşüncesiyle, sahne başlarında en kaba çizgileriyle parantez içine verilir. Yaban, ya aydın ile köylü arasındaki uçurumu içtenlikle dile getirdiği, bu yarayı cesaretle deştiği ve Anadolu köylüsüne ait gerçekleri bütün çıplaklığıyla önümüze serdiği için çok övülmüş, ya da tek yanlı olduğu, gerçekleri çarpıttığı ve köylünün yalnız olumsuz yönlerini anlattığı için eleştirilmiştir. Tartışılan sorun hep şu olmuş Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun sergilediği köylü gerçeğe uyuyor mu, uymuyor mu? Yaban’ı roman olarak ele alıp inceleme çabaları yok denecek kadar az. Oysa Türk romanı tarihinde önemli bir yer tuttuğunu, etkileyici ve çarpıcı olduğunu inkâr eden de yok. Anlaşılan romanın bu çarpıcılığını içeriğine borçlu olduğu düşüncesi yaygın. Belki bundan ötürü Yaban’ı bir roman dahi saymakta kuşku beslendiğini görüyoruz. Burhan Ümit Toprak, bir romandan ziyade essai’ye benzediğini» söylüyor. Reşat Nuri Güntekin, sanat kaidelerine göre en itinasız yazılmış» eser dedikten sonra yine de kendinde doğurduğu heyecan ve teessürün» şiddetinden söz ediyor. Öyle sanıyorum ki Yaban bugün için de etkileyici bir roman, ama bu etkisini sadece içeriğine borçlu değil. Bundan ötürü bu bölümde amacım hem Karaosmanoğlu’nun köylüye karşı tartışmalar yaratan tutumunun nedenini açıklamaya çalışmak, hem de bu tutumu dile getirirken, romanın etkili olmasını nasıl sağladığını, ne gibi yollara başvurduğunu araştırmak. Yaban’da, özensiz yazıldığı kanısını uyandıran ya da romandan çok essai»ye benzetilmesine ve eleştirmenlerin dikkatinin içeriğine çekilmesine neden olan şey belki de Yaban’ın roman türünün en önemli özelliklerinden yoksun görünmesi. Bir olay örgüsü yok; Ahmet Celâl’in üç yıl süreyle, köyde tanık olduğu dağınık, birbiriyle ilintisiz olayların sıralanmasıyla gelişigüzel düzenlenmiş izlenimini uyandırıyor. Dolayısıyla belli bir gerilime, bir gelişime, bir bütünlüğe de sahip değil. Yazarın, eleştirmenler tarafından kullanılan bir deyimi ile bölük pörçük». Ama ilk bakışta edinilen bu izlenim yanlış. Dikkat edersek görürüz ki romandaki olaylar iki planda yer alıyor ön planda, köydeki dağınık, tek tek olaylar sıralanırken, arka planda başka bir olay gelişiyor Kurtuluş Savaşı. Arka plandan yavaş yavaş ön plana geçen ve gittikçe daha fazla yer tutan bu olayın oynadığı rol, kuruluş bakımından da, romanın anlamı bakımından da önemli. Kuruluş »bakımından önemli çünkü hem bir gelişim çizgisi oluşturuyor hem de romana bir bütünlük kazandırıyor. Anlam bakımından da önemli oynadığı rol, çünkü aydın ve köylü arasında artan bir uzaklığın asıl nedenini oluştururken romanın anlamıyla ilgili ikinci bir gelişim çizgisi yaratıyor. Ön ve arka planların birbirine bağlanmasını sağlayan öğe ise. Ahmet Celâl’in kişiliği, çünkü Ahmet Celâl’in kendisi iki planda yaşayan bir adam. Gerçi bu subay Birinci Dünya Savaşında sağ kolunu kaybettiği için Kurtuluş Savaşına katılamamış ve Mütareke İstanbul’unun havasına dayanamadığı için, gelip emir eri Mehmet Ali’nin Porsuk Çayı dolaylarındaki köyüne yerleşmiştir, ama dünyadan elini eteğini çekmiş bir adam değildir. Hayatını köyde sürdürürken bütün varlığımla cephede yaşıyorum» s. 129 diyen Ahmet Celâl’in aklı fikri Kurtuluş Savaşı’ndadır. Böyle olunca, ıssız Anadolu yaylalarının içindeki bu sessiz köy hayatına savaş teması rahatlıkla, hatta kaçınılmaz bir şekilde girer. Ama başta, uzakta geçen bir olaydan seyrek alman haberler şeklinde. Böylece, İstanbul gazetelerinden, kasabaya gidip gelen muhtardan, köye gelen aşar memurundan vb. alınan savaşla ilgili haberler, köye dair anlatılanların arasına serpiştirilmiştir. Sonra sonra savaşın belirtileri gözlemlenmeye başlar Mehmet Ali ile başka köylülerin askere alınması, cephane taşıyan kağnı kafileleri, yaklaşan düşmandan kaçarak göç eden insanlar, köyden geçen subay ve askerler. Savaş, köye yaklaşırken somutlaşır ve bir an gelir düşmanın top sesleri işitilir, uçaklar görülür ve sonunda bir sabah düşman birliği köye girer. Böylece savaş yaklaştıkça somutlaşarak, şiddetlenerek doruk noktasına ulaşan bir gelişim çizgisi oluşturur. Fakat bu temanın işlevinin yalnızca biçimsel olmadığını söylemiştim. Romanın hemen hemen yarısından itibaren savaşla ilgili haberler, konuşmalar ve olaylar ön plana geçerken buna koşut olarak Ahmet Celâl ile köylüler arasındaki ilişkinin niteliğinde bir değişiklik göze çarpar. Başta Ahmet Celâl nedir onlar için? Sadece bir yaban. Onlar da Ahmet Celâl’in gözünde kendisinden çok farklı, cahil ve ilkel insanlardır. Buna rağmen Ahmet Celâl umutludur biraz; köylüleri kendine alıştırmak, ısındırmak ister s. 54. Bir köylü nasıl yaşarsa öyle yaşayacaktım. Tamamıyla onlara karışacaktım» s. 93 der. Ne var ki aralarındaki uçurum kapanmak şöyle dursun açılır daha da. Nedeni, köylünün Kurtuluş Savaşı karşısındaki tutumu. Ahmet Celâl ilk defa savaştan söz açıp düşmanın İzmir’i aldığını, yurdun işgal edilmekte olduğunu, söylediği zaman köylüler bu konuya hiç ilgi göstermezler. Ama savaş üzerinde konuşmalar romanda yer aldıkça, görürüz ki köylüler Mustafa Kemal kuvvetlerine karşı bir tutum içine girmektedirler. Çünkü, düşmanın, Halife adına onları Mustafa Kemal’den kurtarmaya geldiğine ve Avrupa denen bir kraliçenin de savaştan sonra İslam dinini kabul edeceği yolunda işlenen propagandaya kapılmışlardır. Ahmet Celâl’i çileden çıkaran köylünün bu tutumudur. Savaş köye yaklaştıkça savaş tema’sı ön plana geçtikçe Ahmet Celâl ile köylüler de uzaklaşırlar birbirlerinden ve nihayet öylesine koparlar ki, artık Ahmet Celâl’in köylülere karşı duygusu bir nefret ve tiksintidir. Köylüler ise onu düşman belleyecek kadar aleyhine dönmüşlerdir. Sanki zaptetmek isteyen düşman benim, teslim olmak istemeyen kale burasıdır» s. 199 diye yakınır Ahmet Celâl. Düşmanın köye girmesi bile durumu düzeltmez, tersine felaket bile bizi birleştiremedi. Aramızdaki uçurumu belki daha ziyade derinleştirdi» s. 223. Köye gelen yaban’ artık yan gözle bakılan bir düşmana dönüşmüştür ve Ahmet Celâl, köylülerin kendisini linç etmediğine şaşacak hale gelmiştir. Ahmet Celâl ile köylüler arasında genişleyen uçurum, bir olay örgüsünden yoksun görünen romanda, savaş tema’sına koşut olarak gelişen, aşamaları olan, ve yavaş yavaş şiddetlenerek doruk noktasına ulaşan bir çatışmanın var olduğunu meydana koyar. Bu açıdan bakınca romanın tezi konusunda biraz değişik bir vurgulama çıkıyor ortaya. Aydın ile köylü arasındaki uzaklığın romanın tezi olduğunu ileri süren eleştirmenler; bu kopukluğu, Osmanlı döneminde olduğu gibi, yalnızca kültür ikileşmesinden doğan bir kopukluk gibi görüyorlar. Karaosmanoğlu bunu da dile getiriyor kuşkusuz, ama Yaban’da vurgulanan karşıtlık, vatanı kurtarmak için savaşan ilerici aydınlarla Kurtuluş Savaşı’na inanmayan gerici köylüler arasında. Ahmet Celâl ile köylüleri ayrı dünyaların insanı yapan, okumuş kentli ile cahil köylü arasındaki farktan çok, bu ikisinin Kurtuluş Savaşı karşısındaki farklı tutumlarıdır. Ne diyor Ahmet Celâl? Türk entelektüeli yedi devlete harp açmıştır … Türkiye’nin karanlık semalarında Mustafa Kemal adı bir şafak yıldızı gibi parlıyor. Bunun etrafında bazı peykler beliriyor … Fakat inanılacak şey değil. Ben savaşı istemeyenlerin arasında yaşıyorum» s. 103-104. Vatan delisi, millet divanesi» Ahmet Celâl’in köylüler arasında böylesine yapayalnız kalmasının nedeni onlarla paylaşamadığı bu idealdir. Durmadan bu temayı işler Karaosmanoğlu. Daha önce askerlik yapmış olduğu için Ahmet Celâle öbür köylülerden bir gömlek daha yakın olan Bekir Çavuş ile de aralarında şöyle bir konuşma geçer örneğin – Biliyorum beyim sen de onlardansın emme. – Onlar kim? – Aha, Kemal Paşa’dan yana olanlar… – İnsan Türk olur da, nasıl Kemal Paşa’dan yana olmaz? – Biz Türk değiliz ki, beyim. – Ya nesiniz? – Biz İslamız, Elhamdülillah… O senin dediklerin Haymana’da yaşarlar s. 200-201. Gerçi savaşta dövüşenler, ölenler yine bu köylülerdir, ama onlar aydın subayların yönettiği bilinçsiz bir sürüdür Ahmet Celâl’e göre. Yedi devlete savaş açmış milliyetçi aydınlar var, ama gerçek millet yok Eğer bize zafer nasip olsa bile, kurtaracağımız şey bu ıssız topraklarla, bu yalçın tepelerdir. Millet nerede? O henüz ortada yoktur ve onu bu Bekir Çavuşlar, bu Salih Ağalar bu Zeynep Kadınlar, bu Ismailler, bu Süleyman’larla yeni baştan yapmak gerekecektir. s. 201 Aydının görevi kurtarmak, adam etmek, bilinçlendirmek. Karaosmanğolu’nun aydın ile köylü arasındaki ilişkiyi Yaban’da, böyle değerlendirdiğini gösteren ilginç bir kanıta daha değinmek istiyorum. Sodom ve Gomore gibi romanlarında olsun, başka yazılarında olsun, kişilerin ve olayların Karaosmanoğlu’nun kafasında sık sık Kutsal Kitap’takilerle çağrışım yapması bu yapıtın kendisini çok etkilemiş olduğunu gösterir. Yaban’da bu çağrışımlara, benzetmelere, yapılan alıntılara dikkat edersek görürüz ki Türkiye’deki durumla İncilde anlatılanlar arasında bir koşutluk kuruluyor. İsa Yahudileri gerçek imana getirmeye, onları kurtarmaya çalışır ve bir direnme ile karşılaşır. Kurtuluş Savaşı sırasında Türkiye’de de İsa gibi kurtarıcılık görevini üstlenmiş bir Mustafa Kemal ve yandaşları vardır, ama onların görevi tabii dinsel değil ulusaldır. Karşılarında, onlara ve ulusa değil, İstanbul’da halifeye inanan bir kitle var. Bu koşutlukta Mustafa Kemal’in, İsa’nın yerini aldığı açık. İncilde İsa kendini iyi bir çobana benzetir ve etrafındakilere iyi çoban ile kötü çoban arasındaki farkları açıklar, iyi çobanın koyunlarını kurttan korumak için, canını vereceğini söyledikten sonra, kendisine inanmayanlara der ki – Siz iman etmiyorsunuz; çünkü koyunlarımdan değilsiniz. Koyunlarım sesimi işitirler, ben de onları tanırım ve ardımca gelirler, ben onlara ebedi hayat veririm, onlar da helak olmazlar ve kimse onları elimden kapmaz Yuhanna İncili X, 26-28 Luka İncilinde de İsa çobana benzetir kendini. Bundan ötürü de, bilindiği gibi, Batı edebiyatında ve sanatında çoban İsa’nın simgesidir. Yaban’da bu simgeyi kullanır Karaosmanoğlu. Hani çoban nerede? Çoban, Ankara’nın yalçın kayası üstünden sesleniyor, sürüyü toplamaya çalışıyor. Sana selâm ey mübarek çoban; gazan mübarek olsun! Fakat günün birinde sürünü topladığın zaman ben onun içinde bulunabilecek miyim? s. 146 Görüldüğü gibi Mustafa Kemal de İsa gibi sürüsünün başına geçmiş, onları kurtarmaya çalışan bir çoban. Böyle olunca Kemalistler de yeni mezhebe katılan havarilere benzese gerek. Nitekim öyledir de. Ahmet Celâl köyden geçen Kemalist subaylardan söz ederken bunlar bir ordunun alelâde subayları olmaktan ziyade yeni bir mezhebin öncüleri gibidir» s. 104 der. Ahmet Celâl’in kendisi de bir Kemalist değil mi? Ona inanmayanlar da İsa’ya inanmayanlar gibi onu düşman belleyip linç edecek hale gelmemiş midir? Ama İsa kendisini çarmıha gerenleri bağışlar çünkü onlar ne yaptıklarını bilmiyorlardı Ey baba, onları bağışla; çünkü ne ettiklerini bilmiyorlar» Luka İncili XXIII, 34. Ahmet Celâl’de, düşman köyü yakıp yıkarken, o mahşer gününde» köylüleri bağışladığını söyler çünkü bunların hiçbiri ne yaptığını’, bilmiyor» s. 236. Karaosmanoğlu’nun ne yaptığını», sözcüklerini metinde tırnak içine alması Kutsal Kitap’a gönderme yaptığının açık kanıtı. Zaten bu çorak Anadolu toprağı Kenan diyarının çölleri gibidir ve Burada Türk milleti çölde Beni İsrail’i andırır» s. 191 İsrail kabilesi, peygamberlere kulak asmayarak Tanrının sözünden çıktıkları, günaha saptıkları zaman Tanrının gazabına uğrar, feci şekilde cezalandırılırlar Sodom ya da Gomore kentlerinde olduğu gibi. Ahmet Celâl köyde düşmanın top seslerini ilk işittiği zaman yaklaşan felaketi böyle bir cezalandırmaya benzetir Sanki bir kıyametin yaklaştığına şahit olmaktayım. Tevratî efsanelerde türlü türlü tarifleri okunan İlâhi ukubetlerin, İlâhi gazapların bir tanesi de, sanki şu anda vukubulmaktadır» s. 190-191. Daha ayrıntılara girersek bu çeşitten benzetmelerin, çağrışımların az olmadığını görürüz. Örneğin Ahmet Celâl köyde tek dostu Küçük Hasan’a, Yakub’un oğullarından biri olarak bakar fakat ona ancak bir allegori nazariye bakardım. Yakub’un oğullarından biri» s. 150. Görüldüğü gibi Karaosmanoğlu Türk milleti ile Beni İsrail arasında genel bir koşutluk kurduktan sonra özellikle kurtarıcı İsa ile Mustafa Kemal arasında da bir koşutluk kuruyor. Evet, eğer istersek biz de Yaban’daki bazı kişilere böyle bakabiliriz, ama Karaosmanoğlu okurdan bunu bekliyor muydu yoksa sırf kendince hoş bulduğu ve sevdiği için mi bu koşutluğu kullandı bilmiyorum. Açık olan bir şey varsa, o da kurulan bu koşutluğun Yaban’daki aydın köylü ilişkisine Karaosmanoğlu’nun hangi açıdan baktığına ışık tuttuğu. Göstermeye çalıştığım gibi Yabanın kuruluşunda gözlemlediğimiz iki çizgi savaş tema’sının yavaş yavaş ön plana geçerek gelişmesi ve buna koşut olarak Ahmet Celâl ile köylü arasındaki uçurumun derinleşmesi köylünün cehaletini, yobazlığını ve bilinçsizliğini belirtmek amacına da hizmet ediyor. Bu kalın çizgilerin yanı sıra romanın dokusuna bakacak olursak, aynı amaca başka bir yoldan daha varılmaya çalışıldığını gözlemleriz. Sözünü ettiğim doku, atmosfer sorunu ile ilgili. Gerçekçi ve özellikle doğalcı romanda yazar genellikle mekânı ve çevreyi ev, oda, bahçe, doğa, ayrıntıları dikkatle işleyerek betimleyebilir. Çünkü güdülen amaç romanda anlatılanların gerçek hayatta geçiyormuş sanısını uyandırmaktır. Ama bazı romanlarda da yazarın mekânı, çevreyi betimlemekten maksadı, her şeyden önce, bir atmosfer yaratmak ve okurda birtakım duygular uyandırarak onu etkilemektir ki daha çok romantik, gotik türlerde raslarız buna. Yaban bu bakımdan gerçekçilik peşinde değildir. Köyün coğrafyası, evlerin konumu, içleri ya da kahvenin yeri vb. gözümüzde canlanacak biçimde betimlenmez. Köy hakkında verilen bilgi, okuru etkileyecek bir duygu yükü taşıyan, kasvetli hatta iğrenç bir atmosfer yaratmaya yöneliktir. Böyle bir atmosfer, tabii, kişiler ve olaylarla da sağlanabilir. Nitekim Yabandaki kişiler, davranışlar, duygular hep çirkin ve gönül bulandırıcıdır. Köylüler arasında gülen insanlara, güzel, soylu bir davranışa, temiz, mutlu bir aşka, saf bir dostluğa rastlamayız. Köyde çirkin ve pis olmayan, kokmayan bir insan bulamazsınız. Ne var ki Karaosmanoğlu istediği atmosferi yaratmak için bu kadarla yetinmiyor ve belki romandan çok şiir tekniğine yakın bir teknikle, yani çağrışımlar, benzetmeler, imgeler ve simgeler ile dokunmuş bir üslûp sayesinde bu atmosferi daha da yoğunlaştırmayı başarıyor. Bu tekniğin baş ilkesi, sert, çorak ve kokuşmuş bir doğa ile köylüleri bütünleştirmek, onları doğanın bir parçası yapmak. Bunun için çeşitli yollara başvuruyor Karaosmanoğlu. Bunlardan biri olumsuz nitelikleri hem doğaya hem insanlara vermek suretiyle o niteliği yaygınlaştırmak ve atmosferin bir öğesi haline getirmek. Romanın dokusu ile ilgili bu tekniği açıklamak için alıntılara biraz fazla yer vermek zorundayım. Yaşamdan çok ölümle çağrışımlar yapan bu çorak doğada eksik olan şey hayattır, harakettir. Yazar bu ölü hareketsizlik duygusunu romana yaymak için birtakım sıfatları doğayı betimlemek için tekrar tekrar kullanırken, insanları da aynı sıfatla anlatarak onları adeta doğanın bir uzantısı haline sokar. Donmuş’ sıfatı ile örneklendireyim. Orta Anadolu’da bir köy, donmuş bir konaktır. Burada mesafe sizi yutmuştur. Siz mesafe içinde dehşetten donmuşsunuzdur» s. 48. Ya da ıssız yayla… donmuş bir boz denizi andırıyor… Sanki bu yerlerden hayat ebediyen çekilmiş gibidir» s. 190. Bu donmuş âlem» içinde sevinçli bir yüz göremezsiniz çünkü doğa gibi inşaların gönülleri de donmuş ve kör olmuştur» s, 59. Sayfa 117’de şunları okuyoruz Hakikaten burası aydan farklı bir yer değildir. Aynı cansızlık, aynı donukluk. Her şey taş kesilmiş gibi, ne bir ses ne bir hareket». Ama taş kesilen yalnız doğa değil; elli sayfa ileride bakıyoruz. Emeti kadın da tarihin bir noktasında donmuş, taş kesilmiş bir insandır» s. 162. Anlaşılan okurda uyandırılmak istenen izlenim, ıssız ve donmuş bir doğa atmosferi içinde köylülerin de taş kesilmiş gibi ruhsuz ve cansız olduğu. Gelin olan kız bile bir hamam bohçası» kadar cansız» değil mi? s. 51 Doğa ile insanların paylaştıkları başka bir özelliğe, hastalığa, bakalım. Romanda ikide bir olumsuz nitelikleriyle karşımıza çıkan Porsuk Çayı bu defa işleyen bu yara manzarasını alır Hiç suyu görünmez. Tâ yanına gittiğiniz zamanda bile, o, suyun cana can katan serinliğini ve rengini bulamazsınız. Boz topraklar orada çürümüş ve pıhtılaşmış sanılır. Elinizi soksanız, günün hangi saatinde ve hangi mevsimde olursa olsun bir cerahat gibi ılıktır» s. 45. Su gibi toprak da iğrenç ve gizli bir hastalığa yakalanmış sanki. Ve tepeler… Ve tepeler birer urdur… üzerinde yaşadığım bu toprak ya içindeki gizli bir dert ile şişip çatlayacak, ya da, bir dehşetli gürültü ile yerin dibine doğru çöküp gidecektir». s. 45. Köye gelince, burası da bir illet ve sakatlıklar yuvası» s. 32. Mehmet Alinin anası topal, Bekir Çavuşun kızı Zehra kör, Salih Ağa’nın oğlu kamburdur ve kalçasında bir dert», yumruk kadar bir ur vardır. Bunlardan başka, iki meczubu, bir de cücesi var köyün. Yazar bu iğrenç atmosferi pekiştirmek için koku öğesini de doğaya ve insanlara yayar. Bulaşık suyu, ahır ve umumi abdesthane kokularını andıran bir taaffün bu havaya bir boğucu gaz fecaati vermekte» s. 114. Köy bataklıkta uyuz manda gibi kokuyor» s. 37. Ve ne koku! Bütün tabiat tezek kokuyor» s. 117. Ya insanlar? Onlar da baştanbaşa keçi ve teke kokan bir kalabalıktır» s. 254. Köye gelen Şeyh teke kokar s. 68. Köyün kadınları da fena kokar herhalde s. 52. Hatta Ahmet Celâl’in odası bile pis ve lizol kokuludur» s. 134. Porsuk Çayı’nın suyu akar balçıktır» kokar leş gibi» s. 62. Ve yazara göre köylüler de balçıktan insanlar»dır s. 95. Yaban’da dikkati çeken bir nokta da hayvan benzetmeleri. Diyebilirim ki hiçbir romanda insanları anlatmak için hayvanlara bu denli çok başvurulmamıştır. Bu köyün insani an her biri kendi yuvasında kunduza dönmüş» s. 237, yarı çıplak köstebek yuvalarında» s. 58, toprak ve taş kovukları içinde hayvanlarla haşır neşir» yaşarlar. Yazarın burda amacı doğayla insanları bütünleştirmekten çok, köylülerin ilkelliğini, içgüdüleriyle yaşayan hayvanlar gibi doğaya yakınlıklarını vurgulamak. Ahmet Celâl gönül verdiği Emine’yi güzel bir Van kedisine benzetirken kızın bir kedi kadar doğaya yakın olduğuna ve bir kediden daha akıllı sayılamayacağına işaret eder s. 135. Hayvana en sık benzetilen iki kişi var romanda Emine ile evlenen İsmail ve kurnaz Salih Ağa. Bu sonuncusu kâh bir ava doğru yaklaşan tilki, kâh yuvasına kaçan bir sansar, kâh tuzağa düşmüş bir çakaldır. İsmail ise, yerine göre, sakat bir keçiye, Mısır tavuğuna, bir tarla faresine, genç bir gorile, dayak yemiş kediye benzer. Yazar, İsmail’den öylesine nefret eder ki, kişiliğini anlatmak için hayvan benzetmelerinin en iğrencini ona layık görür. Babası askere gittikten sonra İsmail’in karakteri değişmiştir. Ahmet Celâl bize bu değişikliği şöyle anlatıyor Kabuk yarıldı, içinden çıkan hiçbirimizin tanımadığı yeni yaratık, bir salyangoz gibi esrarlı, cıvık ve sinik’tir. Bir yanından dokunulduğu vakit, sertleşir, antenlerini uzatır ve elinizin üstüne sümüğünü bırakır» s. 107. Köydeki en tiksindirici manzaralardan biri de Bekir Çavuşun kör kızı Zehra’yı tarlada yalnız yakalayan kambur oğlanın, kıza canavarca musallat oluşudur. Bu saldırıyı bir yılanın kurbağayı yutmaya çalışmasına ya da dev kadar kocaman bir örümceğin bir pervanenin etrafında ağını örmesine benzetir Ahmet Celâl s. 97. Daha birçok benzetmeler var ama hepsini vermemize gerek yok. Romanda ilginç bir şekilde kullanılan doğa öğelerinden biri de bitkiler. Bir karşıtlığı simgeleyen iki tür bitki var Yaban da kurulukla, çoraklıkla, çürümüşlükle çağrışım yapan; bir de hayat, güzellik ve canlılıkla çağrışım yapan bitkiler. Merhametsiz bir üvey anaya benzetilen bu topraklar üzerindeki bitkilere bakacak olursak ne görürüz? Yetim boyunlarını» büken, hazin hazin köklerine bakan», iki karış yükselmeden sararmış» zavallı ekinler s. 91, s. 84; sünepe, miskin ve biçare ağaçlar s. 62. Doğadaki bu çoraklığı yaygınlaştırmak için Karaosmanoğlu bu kez bitkileştirir köylüleri, Bu ısırganlar, bu kuru dikenler» dediği köylüler de bu çorak ülke yabani ot gibi» bitmiş kuru bitkiler olurlar s. 148. Eli ayağı, bir ağacın henüz topraktan sökülmüş köklerine» benzeyen Zeynep Kadın’ın vücudu bir meşe kütüğünden» farksızdır s. 54. Ve boğazından çıkan cümleler bile bir tutam çalı gibi sert ve dikenli»dir is. 79. Emeti Kadın ise başka bir meşe kütüğü. Ayrıca yüzü bir bostandan koparılmış gibi toprak ve çamurla bulanmış» bir karnabahar göbeği s. 149. Mehmet Ali’nin küçük yavrusuna gelince, yarı toprağa karışmış döğlek cinsinden sürüngen bir nebat»ı anımsatıp Ahmet Celâle. Bitkiler yoluyla verilmek istenen bu kurumuşluk, köylülerin bedenlerine özgü bir şey değil. Onlardan sevgi, şefkat, ve insanlık namına» bir şey bekleyemeyiz çünkü, bu iklimin çoraklığı ruhlarını kurutmuştur» s. 237. Bu çorak ülkede iki şey, hayat, canlılık, güzellik ve sevgi simgesidir yeşil ağaç ve berrak su. Ahmet Celâl yalnızlığı içinde, sevebileceği bir kadının eksikliğini duyduğu zaman bu gereksinmeyi su, gölge ve yeşillik gereksinimiyle bir arada duyar s. 49 ve yürüyüşe çıktığı bir gün, sonra âşık olacağı Emine’ye rastlar. Romanın olumlu iki kişisinden biri olan Emine ile bu karşılaşma çok başka bir doğa dekoru içinde yer alır. Ahmet Celâl ilk defa, içinden berrak bir derenin aktığı bir kavak korusunda bulur kendini. Uzun yeşil ağaçları ve temiz berrak suyu ile bu koru, bildiğimiz çorak, cansız, çirkin doğadan apayrı bir yerdir, çölde bir vahadır» sanki s. 62. Güzel Emine’yi ilk gördüğü yer böyle bir yerdir işte ve kız bir ağacın arkasına saklanmış», Ahmet Celâl suya eğilmiş», aralarında kısa bir konuşma geçer. Ahmet Celâl daha sonraki sayfalarda Emine’den söz ederken yine hayvan ve bitki benzetmelerine başvurur, ama bu kez bitki kuruluk ve çirkinlik çağrışımı yapmaz. Emine körpe bir söğüt dalı»dır s. 110, bir yabani çiçek»tir s. 83; ya da dikenliler, çalılıklar arasında bir dağ gülü» s. 111. Daha sonra Emine ile İsmail’in evlenmesi, bu yaşayan, güzel yeşil dalın kemirilip kurutulacağı anlamını taşır, çünkü erkek kurusu» İsmail bir tırtıl gibi bu dala tırmanacak»tır s. 110. Ahmet Celâl köydeki kendi durumunu, buraya umutlarla gelişini, yararlı olmak isteğini ve hayal kırıklığını anlatırken yer yer bu bitki simgesinden yararlanır. Bir ağaç olmak ister o da. Bir kulaç iki kulaç toprak içinde filizimi sürmek, dal ve budaklarımı aydınlığa doğru uzatmak, meyvamı vermek için Allah’ın rahmetini bekliyorum» s. 92. Ama buna olanak var mı? Türk aydını bu köyde kendi toprağından sökülmüş bir aykırı, bir acayip nebat» olabilir olsa olsa ve kurumaya mahkûmdur. Ahmet Celâl bu gerçeği ancak köyde yaşamaya başladıktan sonra idrak eder burada bir ağaç gibi yavaş yavaş kurumaya mahkûm olmak… Böyle mi olacaktı? Böyle mi sanmıştım» s. 29. İki yüz sayfa kadar sonra, romanın bitimine doğru artık gelip beni bir kuru ağaç kütüğü gibi yaksınlar» s. 205 cümlesinde bu imgeyi yankılandırırken başarısızlığını da itiraf etmiş olur. Yabanın dokusunda kullanılan teknik, verdiğim örneklerle açıklığa kavuşmuştur sanırım. Karaosmanoğlu bütün roman boyunca kuru, hastalıklı, pis ve çorak bir doğa imgesi yaratırken bir yandan da çeşitli yollardan köylüleri bu doğayla bütünleştirerek fizik planındaki olumsuz nitelikleri moral plana da yansıtmayı başarır. Anadolu köylüsünü bu denli kötü göstermek için neden bu çaba? Ülkesini seven Karaosmanoğlu neden köylüsünü bu kadar aşağı görüyor; yalnız olumsuz yanlarını seçerek genelleştiriyor ve üstüne üstüne gidiyor? Gerçi Ahmet Celâl’in anı defterinde köylünün içinde bulunduğu durumdan ötürü Türk aydınını suçlayan, bunun nedeni Türk aydını yine sensin» gibi cümlelerle başlayan ve birer nutku andıran parçalar yer alır. Ne var ki, durumdan aydınların sorumlu tutulması, köylünün tek yanlı çizilmiş olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Bununla beraber Karaosmanoğlu Yabanın ikinci baskısına 1942 yazdığı bir önsözde romana yöneltilen köylü aleyhtarlığı suçlamasına karşı, sözünü ettiğimiz, kabahati aydınlarda bulan parçalardan alıntılar yaparak savunuyor kendisini, iddiasını desteklemek için 1922’de yazdığı Barbarların Yaktığı Köyler Ahalisine» adlı makalesini önsöze eklemiş ve bu yazıdaki duyguların bilinç altında on yıl yaşadıktan sonra 1932’de, Yaban da daha geniş bir şekilde tekrar dile getirildiğini söylüyor. Adı geçen yazıyı Karaosmanoğlu savaşta Yunan ordularının çekilirken yakıp yıktığı yerleri, oradaki köylülerin aç ve sefil halini gördükten sonra yazmıştı. Köylülere karşı şefkat ve acıma duyguları ile dolu bir yazı bu Hanginiz daha az sefil idi? Hanginiz daha merhamete layıktı? bilmiyorum; bildiğim bir şey varsa o da, sizin gözleriniz benim gözlerime değdikçe, başımın önüme eğilmesi yüzümün kızarmış olmasıdır… Hayatın en büyük zevki neşvesi ve en büyük şerefi sizin gibi olmak ve sizin aranıza katılmaktır s. 21-23. Suçluluk duygusuyla ezik, köylü karşısında saygılı, utanan bu adamın sözleri bunlar. Ama Yaban’ın yazarı Karaosmanoğlu köylünün önünde bir eziklik ve saygı duymak şöyle dursun, onlarda her gün hiçe saydığım, hor gördüğüm, hatta bazen de tiksindiğim insanlar» diye söz eder. Makalenin yazarı ile Yaban’ın yazarı köylü karşısında zıt tutumları sergileyen iki kişi. Onun için Yaban Karaosmanoğlu’nun dediği ve belki de içtenlikle inandığı gibi on yıl bilinç altında yaşamış bir yürek acısının yeniden dile gelmesi olarak bakılamaz. Aradan geçen on yıl içinde Karaosmanoğlu’nun bilinç altında neler olduğunu bilemeyiz, ama birbirine hemen hemen karşıt bu iki tutumu açıklamak için belki şöyle bir tahmin yürütebiliriz. 1922 ile 1932 arası, Karaosmanoğlu’nun coşkun bir içtenlikle desteklediği devrimlerin yapıldığı yıllardır ve biliyoruz ki geleneklerine ve İslam ideolojisine bağlı Anadolu eşrafı ve köylüsü bu devrimleri benimsemiş değildi. Barbarların Yaktığı Köyler Ahalisi» adlı ve 1922 tarihli yazıda söz konusu edilen köylü, Karaosmanoğlu’nun gidip gördüğü ve acısına saygı duyduğu perişan köylüdür. Yaban’daki köylü ise 1932 yılındaki Kadro’cu Karaosmanoğlu’nun düşündüğü ve her şeyden önce tutuculuğun ve gericiliğin kaynağı olarak gördüğü Anadolu köylüsüdür. Anadolu deyince ne düşündüğünü Yaban daki şu parçadan daha iyi ne anlatabilir? Gerçi burada çekilen sefaletin, yoksulluğun derecesi bence malûmdu. Fakat, bu maddi yoksulluğun içinde bir manevi varlık bulacağımı sanıyordum. Şimdi ne görüyorum? Anadolu.. Düşmana akıl Öğreten müftülerin, düşmana yol gösteren köy ağalarının, her gelen gasıpla bir olup komşusunun malını talan eden kasaba eşrafının, asker kaçağını koynunda saklayan zinacı kadınların, frengiden burnu çökmüş sahte sofuların, cami avlusunda oğlan kovalayan softaların türediği yer burasıdır. Burada, bıyıklarını makasla kırptı diye nice fikir ve ümit dolu Türk gencinin kafası taş altında ezildi. Burada, yüzü düşmana dönük nice vatan mücahitleri savundukları kimselerin eliyle arkadan vuruldu. Burada, millî timsalin, milli bağımsızlık sembolünün yolu kaç defa kesildi ve kaç defa oturduğu şehrin etrafı isyan silahlarıyla çevrildi. s. 147 Yine unutmayalım ki 1932’lerin Kâraosmanoğlu’su demek Kadro dergisinin imtiyaz sahibi, Kadrocuların görüşlerini paylaşan Karaosmanoğlu demektir. Başka şekilde söylersek, devleti, Kurtuluş Savaşı’nın anlamını kavramış ve devrimin bilincine varmış bir aydın grubunun, inkılapçı» bir kadronun yönetmesi gerektiğini savunan bir adam. Kadronun ilk sayısında derginin çıkış amacı açıklanırken deniyor ki İnkılabın irade ve menfaati… azlık fakat ileri bir kadronun iradesinde temsil olunur… İnkılabın derinleşmesi demek… inkılap ahlâk ve disiplininin ileri bir kadronun dimağından genç neslin, şehir halkının ve köylünün dimağına inmesi ve yerleşmesi demektir.» Böylece otoriter bir yönetimle devrimler sürdürülecek, derinleştirilecek ve yeni bir ulus meydana getirilecektir. Madem ki yeni ulusu, Karaosmanoğlu’nun Yaban da söylediği gibi bu Bekir Çavuşlar, bu Salih Ağalar, bu Zeynep Kadınlarla… yeni baştan yapmak gerekecektir» ve madem ki bu iş aydın bürokratlara düşen bir iştir, o halde bu yönetici sınıfın kullanacağı malzemeyi» gerçekçi bir yaklaşımla tanıması gerekir. Yaban basıldığı zaman Kadro da çıkan yazıların romanı, bu malzemeyi» cesaretle tanıttığı için övdüğünü görüyoruz. Vedat Nedim Tör, Yabanda, tanıtılan köylünün nasıl yenileştirileceğim söylüyor Ona teknik aşısı yapacağız… İleri tekniğin olgun yemişlerini elleriyle toplayan gözleriyle gören köylü, artık yobazların ve softaların safsatalarına kulak asar mı? İnkılapçı aklın anane ve görenek karşısında üstünlüğünü gören köylü artık ileri münevvere yaban diyebilir mi? Vedat Nedim Tör’ün de gözüne batan karşıtlık aynı bir yanda vatanı kurtaran inkılapçılar» ve Qnların karşısında gerici köylü. Sanırım Yaban’da vurgulanan tema’yı köylünün yalnızca olumsuz yönlerinin sergilenmesini ve yaratılmak istenen boğucu atmosferi ancak Karaosmanoğlu’nun ideolojisinin gereği olarak açıklayabilir ve diyebiliriz ki romandaki köy gerçek Anadolu’yu temsil etmez; 1930’lardaki yönetici sınıftan bir aydın bürokratın kafasındaki Anadolu’nun simgesidir. Berna Moran Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış Bu sayfada Eylül Kitap Özeti Uzun, Eylül Kitap Özeti Kısaca, Eylül Kitap Özeti Olay Örgüsü, Eylül özeti, Eylül kitap özeti ayrıntılı, Eylül özet, Eylül roman özeti, Eylül Kitap Özeti Kısa, Eylül kitap özeti, Eylül kitap özeti kısa bulunmaktadır. *Mehmet RAUF* Romanın kahramanlarında Süreyya Bey, beş yıldır evli olduğu karısı Suat Hanımla birlikte babasının köşkünde oturmaktadır. Süreyya’nın babası yaşlı, halden anlamaz, dediğim dedik bir insandır. Süreyya ve eşi Suat babalarının bu tutumundan memnun değildirler. Evden uzaklaşmak için yaz aylarını babasının Bakırköy’deki şehre uzak bağ evinde geçirmek zorunda kalmaktadırlar. Evde babasıyla birlikte, annesi, kız kardeşi Hacer, eniştesi Fatin, dadı ve hizmetçiler de vardır. Rahatına ve zevkine düşkün bir adam olan Süreyya, bir dairede memurdur. Her zaman yaz aylarını Boğaziçi’nde bir yalıda geçirmenin hayalini kurar. ancak aldığı maaş bu hayali gerçekleştirmek için pek mümkün olmamaktadır. Süreyya’nın halasının oğlu Necip de ara sıra köşke misafir olarak gelir. Necip, çalışmadan yaşayan, vaktinin çoğunu eğlence yerlerinde geçiren, yaşı otuzu geçtiği halde evlilikten kaçan bir gençtir. Hacer, evli olmasına rağmen Necip’e sırnaşmakta onunla gönül eğlendirmektedir. Üstelik eşi kendisi için her şeyini verecek kadar onu sevmektedir. Suat bu duruma da çok kızmaktadır. Kocasına bir sevgiliden çok anne şefkatiyle bağlı olan Suat, evliliklerinde eski heyecanlarının kalmadığını üzülerek hisseder. Kocasını mutlu etmek için bir şeyler yapmak ister. Gizlice babasından para isteyip eşi için bir yalı kiralar. Kocası bu duruma çok sevinir. Yalı kiralandığı haberi evde duyulunca Hacer, kıskançlığından patlayacak hale gelir. O gece kocası Fatin’le kavga eder. Suat, Necip’i yeni evlerine davet eder. Süreyya ve Suat yalıya yerleşirler. Hem dostları hem de akrabaları olan Necip de Suat ve Süreyya’ nın yanına gelir. Süreyya için yelkenle gezmek ve balık tutmak vazgeçilmez bir zevktir. Necip, bu mutlu çifte imrenerek bakar. Kendisini yalnız hisseder, yaşantısını bir cehenneme benzetir. Necip ara sıra yalıya misafir olarak gelir. Süreyya ile Suat, Necip’in gelmesine çok sevinirler, gitmesini geciktirmek için tuhaf tuhaf bahaneler uydururlar. Suat uzunca bir aradan sonra yeniden piyano çalmaya başlar. Süreyya kendi alışkanlıklarını sürdürürken Suat da Necip’le birlikte zaman geçirip piyano çalmaktadır. Başbaşa geçen bu uzun yaz tatilinin sonlarında Necip Bey bir şeylerin olduğunu, Suat Hanım’a aşık olduğunu anlar. İçini bir sıkıntı kaplar, onlardan uzaklaşmak ister. Necip, içindeki sıkıntıyı atmak için Beyoğlu’na ve Ada’ya gider, yeni arkadaşlar edinir. Fakat bir türlü aradığı huzuru bulamaz. Aklına Boğaz’da Süreyya ile Suat’ın yalısında geçirdiği günler gelir. Bu durumdan kurtulmaya çalışsa da başarılı olamaz. Sonunda çare olarak onların yanından ayrılmaya karar verir. Giderken de Suat’ın eldivenlerinden bir tanesini izinsiz olarak hatıra olması için alır. Daha sonraları Necip’in hastalandığı öğrenilir. Süreyya ve Suat buna çok üzülürler. Hastalığın tehlike devresi geçince Necip’in yanına giderler. Necip hastalığın etkisiyle sinir yorgunluğu içerisindedir. Hacer Necip’in hastalığı sırasında yanında bulunmuş ve o sıralarda Necip’in kendinden geçmiş olduğu zamanda yastığının altından bir bayan eldiveni bulmuştur. Hep birlikte hasta hakkında konuşurlarken Necip’in annesi eldiveni gösterir. Suat kendi eldivenini görünce şok olur ve olayı anlar fakat kimseye sezdirmez. O sırada Necip’te sapsarı olur utancından ve çaresizliğinden ne yapacağını bilemez. Necip hastalıktan sonraki iyileşme devresini yalıda geçirilmek üzere mecbur edilir. Halbuki O, onlardan kaçmak için uğraşmaktadır. Necip bir şekilde sevdiği kadına ilanı aşk eder. Suat’ın tepkilerinden onunda kendisini sevdiğini anlar. İki aşık birbirlerini sevmektedir fakat piyanoyla çaldıkları şarkılarla, sözlerle, bakışlarla… Bir yaz sessiz ve olaysız bir şekilde geçmiştir. Eylül ayı gelince Süreyya konağa gider. Bu gidiş beklenen bir gidiş değildir. Konuyla ilgili tartışırlar. Suat bu duruma anlam veremez. Daha gitmeden önce kışı bile beraber geçireceklerini söylemiştir. Ama Süreyya bir şeyleri sezmiş olup, o yüzden gitmiştir. Konağa geri dönülür. Necip artık eskisi kadar yalıya gelmemektedir. Hele Hacer’in davranışları, onların her bakışlarından anlam çıkarmaya çalışan tavrı her ikisini de deliye döndürür. Hacer her fırsatta Necip’i ve Suat’ı sıkıştırır, onlara imalı sorular sorar, ağızlarından laf almaya çalışır. Suat, sürekli olarak Hacer’in gözlerini üzerinde hissettiği için, Necip’e karşı olabildiğince mesafeli ve soğuk davranır. Necip, Suat’ın zihninden geçenleri bilmediği için bu duruma alınır. Birbirlerini buldukları anda, ister istemez kaybedeceklerdir. Suat kendisinde kalan Necip’in aldığı eldivenin diğerini de verir. Bunun sebebi ise artık hayatın Suat için yaşamaya değer bir tarafı kalmamasıdır. Bir gece konakta yangın çıkar. Herkesi bir telaş ve korku alıp götürür. Canlarını zor kurtarırlar. Etrafta çığlıklar, feryatlar, gürültüler, çatırtılar birbirine karışır. Dumanlar, alevler bir anda konağın her tarafını kaplar. Herkes büyük bir panikle dışarı kaçışır. Süreyya şaşkın bir halde oraya buraya koşar. Suat’ı arar. Ama Suat ortalıklarda yoktur. Süreyya alevlerin içine doğru Suat diye inlemektedir. Suat’ın bulunduğu odanın kapısına gelirler. “Suat!” diye seslenirler. Zayıf bir inilti sesi duyar gibi olurlar. Ortalık yakıcı alevlerle, boğucu dumanla kaplanır. Necip dehşetle haykırarak içeri atılır. Fakat tam bu esnada şiddetli bir çatırtıyla tavan yıkılır, her taraf alevler içinde kalır. Her ikisi de çöken tavanın altında kalırlar. KİTABIN ADI EYLÜL EYLÜL KİTABIN YAZARI Mehmet RAUF EYLÜL YAYIN TARİHİ 2013 Eylül Romanı Kaç Sayfa 256 EYLÜL ROMANININ KONUSU Süreyya ve onun karısı Suat ile akrabaları olan Necip Bey ile aralarında geçen olayları anlatmaktadır. Yasak bir aşk anlatılmaktadır. EYLÜL ROMANININ ANA FİKRİ Aile içi iletişim açısından da değerlendirilebilecek bir aşkı anlatır. Evli bile olsa kişilerin ellerinde olmadan, bir arada bulundukları sürede birbirlerine yakınlaşmaları ile aralarında yaşanan yasak aşkı anlatmaktadır. Psikolojik bir romandır. Eylül kitabındaki şahıslar, eylül roman kahramanları Suat Kocası Süreyya ile mutlu bir evlilik sürdürürken Necip Bey’e aşık olur. Süreyya Suat’ın kocasıdır. Bir dairede memurdur. Maaşı hayallerine yetmez. Necip Akrabaları olan Süreyya ve Suat’ın yanına gelip, Suat’a aşık olan bir adamdır. Hacer Suat’ın kardeşi ve Necip ile gönül eğlendiren bir kadındır. Eylül Mehmet Rauf’un yayın hayatımıza kazandırdığı romanlardandır. Bu yazıda ünlü edebiyatçılarımızdan Mehmet RAUF’un eylül adlı romanının özeti, eylül romanının olay örgüsü, eylül mehmet rauf özeti kısa, Eylül romanının özeti, Eylül kısa özet, Ortaokul lise öğrencilerinin okuyabileceği kitap özetleri, lise öğrencilerinin okuması gereken bir kitap özeti, 7, 8. Sınıf Ortaokul öğrencilerinin okuyabileceği kitap özetleri, 9 10 11 ve 12. Sınıf lise öğrencilerinin okuması gereken bir kitap özeti bulunmaktadır. Her romanın anlattığı bir şey vardır ve roman anlatıcı ile anlatılan’a dayalıdır. Anlatıcı araç konumundadır ve bir hikâye anlatmak için vardır der Mehmet Tekin ve vakayı ya da olay’ı şöyle ifâde eder “Vak’a sözlük anlamı itibariyle olup geçen şey’ demektir. Romancı, kaleme alacağı romanın epik’ yapısını bu olup geçen şey’le hatta olması mümkün şeyle kurar. Bu durumda vak’a, roman denilen edebi türün vazgeçilmez öğesi olmaktadır. Aslında vak’a, romana değil, hayata ait bir parçadır ve hayatta rastladığımız, yaşadığımız, yaşayabileceğimiz bir şeydir Romancı sanatın dar anlamda dilin sağladığı imkânlarla onu ehlileştirir ve amacı doğrultusunda onu, yeniden biçimlendirir.”[1] Bu noktada aslında Eco’nun “kurmaca anlatılar, hakikati söylüyor gibi yapar ya da hakikati bir kurmaca söylem evreninde söylediklerini öne sürerler.” sözüne paralel bir söylemdir. Aktaş, ” Öyleyse vaka herhangi bir alâka ile bir arada bulunan veya birbiriyle ilgilenmek mecburiyetinde kalan fertlerden en az ikisinin karşılıklı münasebetlerinin tezâhürüdür.” diyerek olay olgusunun birbiriyle ilgili fertler arasında oluşacağını, böyle bir alâka bulunmadığı takdirde fertlerin birbirinden habersiz olacağını, dolayısıyla da onlar arasında herhangi bir münasebetin varlığından söz edilemeyeceğini dile getirmektedir. Tekin şöyle devam eder “Yeniden diyoruz; çünkü romanın genel dokusu içine çekilen vak’anın kurmaca yapının içinde yer alan vak’anın, edebî bir boyut kazanması için bir mekâna, zamana ve şahıs kadrosuna ihtiyacı vardır. Bunlar gerekli fakat yeterli değildir; yani dilin devreye sokulmasıdır. Dil, roman söz konusu olunca, bir bilinçlendirme mekanizmasıdır. Vak’aya, şahıs-mekân-zaman’ düzleminde canlılık kazandıran dildir.”[2] Olaylar dizisi neleri kapsar? “Olaylar dizisi action-fortune bir romanda başkişinin ahlâk durumu, sosyal durumu, şöhreti, maddi varlığı, sevdikleri, sağlığı ve geçimi üzerinde durur. Olaylar dizisi, başkişinin mutluluğu veya mutsuzluğu, plânlarının başarı veya başarısızlığı ile çözüme kavuşur.” [3] Olay örgüsünü, ” Olayların sebep-sonuç ilişkisine göre anlatılmasıdır.” diye açıklayan Forster, bir örnekle açıklamasını somutlaştırmaktadır ” Kral öldü, arkasından kraliçe öldü’ dersek, bu hikâye olur. Kral öldü, sonra üzüntüsünden kraliçe de öldü’ dersek, olay örgüsü olur. Zaman dilimi bozulmuş değildir; ancak sebep-sonuç ilişkisinin iyice gölgesinde kalınmıştır.”[4] Yani olay öyküsü, Niçin ölmüş?’ sorusunu sorduğumuz yerde başlar; ne olduğu değil, neden olduğu sorusu bizi öykü ile olay örgüsü arasındaki farka ulaştırır. Bu noktada devreye zekâ ve bellek girer, bu iki unsur olay örgüsünün temel taşlarıdır ve salt merak öğesinin sağlayamadığı şeyi verirler bize gizem. Forster olay örgüsünün özelliklerini şöyle verir 1. Olay örgüsü yalın ve özlü olmalı, 2. Karmaşık olduğu durumlarda bile, tüm parçaları, canlı bir varlığın parçaları gibi birbirine bağlanmalı, içinde ölü hiçbir şey kalmamalı, 3. İçinde gizem olsa dahi okuyucuyu yanıltmaktan kesinlikle kaçınmalıdır.[5] Günümüz romanına baktığımızda olay örgüsünün özelliklerinin geliştirilebileceği / değiştirilebileceği düşünülmekte, roman yazarının romanı denetim altına almaması gerektiği, tam tersi onun buyruğuna girip romanın sürüklediği yönde gitmesi gerektiği[6] savunulmaktadır. Bu da Wellek’in olay örgüsünü oluşturan, bütün elemanları içine alan yapıda motiften kişiye kadar bütün elemanların… [7] karışıklığa, düzensizliğe, anlaşılmazlığa neden olacak, kurmaca metinin mantıksal temelinin bozulması anlamına gelecektir. Bu durumu Tekin bir kusur olarak ifâde eder, amacın olayları bütünüyle anlatmak değil, olayları belli bir amaç doğrultusunda, hayatın kronolojik disiplinine uymak zorunda olmadan, belli bir düzene sokarak disiplin ve bütünsellik içinde sunabilmektir, diyerek konuya açıklık getirmektedir. Norman Freidman bu konuyu biraz daha genişletir “Bir eserde bütünü oluşturan parçaların birbirleriyle bağlantılı olduklarını, bütünün bu beraberliğe eşit olduğunu söylemek yeterli değildir. Bununla beraber bütünü amaç, parçaları ve kullanılan teknikleri amaca götüren araçlar olarak görürsek, edebî değerlendirmede mesafe aldığımızı hissederiz. Bir eserdeki parçalar ve teknikler, sadece bir hikâyeyi anlatmak için değil, bir fonksiyonu yerine getirmek, bir amacı gerçekleştirmek için vardırlar ve amaç, öze bağlı estetik bir biçim yaratmaktır. Bir yazar, bir eseri yaratırken, bilinçli veya bilinçsiz olarak belli bir amaca hizmet etmek, belli bir etki yaratmak ister. Eserini yaratırken, nereden başlayacağını, materyalinin ne kadarını, ne gibi bir düzenleme içinde sunacağını, neyi vurgulayacağını, hangi unsurları ikinci plânda bırakacağını, eserini nerede ve nasıl bitireceğini tayin ederken karşılaştığı önemli estetik meseleleri çözmekte yazara rehberlik eden temel ilke, gerçekleştirilecek amaçtır.”[8] Bu amaç ise eser okunduğu zaman okuyucunun vardığı sonuç olarak belirtilir ve romanın yapısını plot roman başkişisinin yaşadığı değişme sürecini etkileyen, iki veya daha çok episoddanaynı merkez etrafında, bir sistem içinde gruplaştırılarak sunulan olaylar zinciri oluşmuş, başlangıcı, ortası ve sonugiriş, düğüm ve çözümü olan bir yapı olarak sunar. Kısaca olaylar dizisinde amacın belli bir disiplin etrafında, neden-sonuç ilişkisi içinde verilmesine ek olarak, bu süreçte romanın özünün oluşturan üç değişken unsuru, romanın başkişisinin ruh durumu- karakter ve davranışları-çevre içindeki durumu ve bunların okuyucuda uyandırdığı tepkiler. Bu da – estetik anlamda bir romandaki olaylar dizisiyle, bu dizinin bizde uyandırdığı duygu silsilesinin etkileşimi- romanın yapısını anlamak demektir. [9] Romanlarda kullanılabilecek yapı biçim özellikleri şunlardır “Olay unsurunun sentezleyici olduğu yapılarPlots of fortune-action Sir Arthur Canon Doyle’un, Wilke Collins’in eserleri. Merhamet uyandıran yapı tipleri The pathetic plot Tess, Üç KızkardeşThe Three Sisters, Satıcının ÖlümüThe Death of a Salesman, İhtiras TramvayıA Streetcar Named Desire, Sokak Kızı Maggie Maggie A Girl of the Streets… Trajik yapı tipleri The tragic plot Oedipus rex, antigone, Othello, hamlet, Lear, Julius caesar… Cezalandıran yapı tipleri The punitive plotHedda Gabler, Volpone, Tartuffe, Duygusal yapı tipleri The sentimental plot Anna Christie, Cymbeline… Takdir duygularımızı uyandıran yapı tipleri The admiration plotGranada’nın fethiThe Conquest of Granada, Davis’in KışOpen Winter… Karakter unsurunun sentezleyici olduğu yapılarPlots of character İhtiras yolu, Portre, Bir Hanımefendinin Portresi, Faulkner’in AyıThe Bear… Karakterde reformu ifade eden yapı tipleri The reform plot Kırmızı MektupThe Scarlet Letter, Toplumun Temel Direkleri The Pillars of the Community… Karakterin denendiği yapı tipleri The testing plot Hemigwey’in Çanlar Kimin İçin ÇalıyorFor Whom the bell Tolls Başkişinin karakterinde bozulma görülen yapı tipleri The dejeneration plot Chekhov’un İvanov ve Martı’sı, İmparator Jones, Gece Güzeldir… gibi diğer romanlar. Fikir unsurunun sentezleyici olduğu yapılarPlots of ToughtHuckleberry Finn, Deniz Feneri, Harp ve Sulh, Gorki’nin Bir Sonbahar gecesi One Autumn Night… Bir uyanışı hikâye eden yapı tipleri The revelation plotRoald Dahl’ın Köpeğe Dikkat EdinBeware of the Dog… Bir gerçeğin sonucuna bağlı olarak gelişen yapı tipleri The affective plotJean Stafford’un Köyde Bir Aşk HikâyesiA Country Love Story, Wartson’un Öteki İkili The Other Two… Hayal kırıklığı ifade eden yapı tipleri The disillusionment plot O’Neill’in Kıllı MaymunThe Hairy Ape, Joyce’un Küçük BulutA Little Cloud…”[10] [1] Tekin Mehmet, Roman Sanatı, Ötüken Neşriyat, [2] Tekin Mehmet, Roman Sanatı, Ötüken Neşriyat, [3] Freiddman Norman, “Romanda Yapı Şekilleri” , Philip Stevick, Roman Teorisi The Theory of the Novel, çev. Sevim Kantarcıoğlu, Gazi Üniversitesi Yayınları, 1988. [4] Forster Roman Sanatı, Ç Ünal Aytür, Adam yay. 1985 [5] Forster Roman Sanatı, Ç Ünal Aytür, Adam yay. 1985 [6] Forster Roman Sanatı, Ç Ünal Aytür, Adam yay. 1985 [7] Wellek Austin. Theory of Literature,1978 Edebiyat Biliminin Temelleri, çev. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara,1983, [8] Freiddman Norman, “Romanda Yapı Şekilleri” , Philip Stevick, Roman Teorisi The Theory of the Novel, çev. Sevim Kantarcıoğlu, Gazi Üniversitesi Yayınları, 1988. s136-155. [9]Freiddman Norman, “Romanda Yapı Şekilleri” , Philip Stevick, Roman Teorisi The Theory of the Novel, çev. Sevim Kantarcıoğlu, Gazi Üniversitesi Yayınları, 1988. s. 141-142. [10] Freiddman Norman, “Romanda Yapı Şekilleri” , Philip Stevick, Roman Teorisi The Theory of the Novel, çev. Sevim Kantarcıoğlu, Gazi Üniversitesi Yayınları, 1988. s. 147-155. Abant İzzet Baysal Üniversitesi Öğretim Üyesi Mustafa Ayyıldız’la ortak yayındır İlgili

yaban romanının olay örgüsü kısaca